Bir zamanlar, evrenin bilinmezliklerle dolu, sonsuz bir boşluğun içinde kaybolduğu bir dönem vardı. Bu boşluğa Ginnungagap denirdi; her şeyin başladığı, her şeyin sona erdiği, zamanın ve mekanın anlamını yitirdiği bir yer. Bu boşluğun bir ucunda, kuzeyde, Muspelheim’in ateşleri yanarken, diğer ucunda ise Niflheim’in dondurucu buzulları uzanırdı. Ve işte, bu iki zıt gücün bir araya geldiği an, Ymir’in doğumuna tanık olundu.
Ymir, devlerin atası, devasa bir varlıktı. Onun yaratılışı, sadece bir tanrının ya da bir devin doğumu değil, evrenin kendisinin doğumu anlamına geliyordu. Ymir, soğuğun ve sıcağın dans ettiği bu boşluğun tam ortasında belirdi; buzul kütlelerinden damlayan su damlaları ile ateşin kıvılcımları birbirine karıştı ve Ymir’in devasa bedeni şekillendi.
Ymir’in bedeni, evrenin yapı taşlarını oluşturacak şekildeydi. Kanı, denizleri ve okyanusları doldurdu; eti toprağı, dağları ve vadileri şekillendirdi. Kemikleri dağların omurgası oldu, saçları ise ormanları ve bitkileri meydana getirdi. Kafatası, gökyüzünü örten kubbeye dönüştü ve beyni, gökyüzündeki bulutları oluşturdu.
Ancak, Ymir’in saltanatı uzun sürmedi. Aesir tanrılarının ilk nesli, Odin, Vili ve Vé, Ymir’i öldürdüler. Ymir’in bedeninden evreni yarattılar, ama aynı zamanda onun kanından oluşan dev bir tufanla da tüm devleri boğdular. Sadece bir çift, Bergelmir ve eşi, bir ağaç kütüğü üzerinde hayatta kaldı ve onların soyundan yeni devler türedi.
Odin ve kardeşleri, Ymir’in bedeninden yeni bir dünya yarattılar: Midgard. İnsanların yaşadığı bu dünya, Asgard (tanrıların evi) ve diğer dokuz dünyanın merkezinde yer aldı. Ymir’in kaşlarından, insanları koruyacak bir duvar inşa ettiler ve böylece, kozmosun düzeni sağlandı.